?>

SOSYAL MEDYA BATAKLIĞI

MEHMET BAŞARAN

3 yıl önce

Hani bazen başkalarının gördüğü bir şeyi daha başkalarına gösterecek, bazen de başkalarının gördüğü bir şeyde herkesin hemen görmediği bir şeyi görüverdiğimizi zannedip, o görüverilmeyeni büyük "Takipçiler" kitlesine sunar ve sonrasında Beğenilerin gelmesini bekleriz ya işte tam da bu mecradan sosyal medyadan söz etmek istiyorum bugün.

Başlangıçta masum ve has niyetlerle sadece fikir paylaşmak niyetiyle girilse de girdikçe içine çeken, yutan, giderek kurtuluşu olmayan sona doğru götüren, büyükten küçüğe, bireyinden toplumuna her kesimi kuşatan, kolay erişimin sağladığı hızlı bir iletişim ve bu iletişimin oluşturduğu büyük tehdit, tehlike ve uçurumlar.

Toplumun manevi ve ahlaki değerlerini tam anlamıyla yok eden dijital bir canavar ve bu canavarın küresel bazda yarattığı devasa yıkım ve tahribatlar.

Gözetim kapitalizminin yarattığı bu alanda mahremiyetler aleniyete dökülerek insanlar sürekli olarak başkalarının hayatlarını takip etmekte kendi hayatlarında olup biten her şeyi de büyük bir kitle ile paylaşma isteği duymaktadırlar.

Gerçeklerin ötesinde çoğu zaman hayal ürünlerinin sergilendiği bu platformda ben de varım ve ben de buradayım diyebilmenin yarışı olmuş adeta.

Bir fısıltının büyük bir fırtınaya ve alaboraya döndüğü bu mecrada insanlar bir diğer insana üstünlük kurmak tabiri caizse hava atmak için, sergiledikleri içi boş, mutlu, zengin, güçlü görünmeler, yansıtılmaya çalışılan sahte hayatlar, İstismar edilen manevi değerler, iyilik ehli görünme çabası ile yapılan dini paylaşımlar, köpürtülen hamasetler, eylemlerin eşlik etmediği sloganik söylemler, insan ruhunu daralttığı gibi içine düştüğümüz hastalığın mahiyet ve boyutunu da gözler önüne serer.

Bir araba mı aldık? Notere gitmeden evvel sosyal alemde havasını atmalıyız.

Bir yemek mi yaptık? Tadına bakmadan selfisini çekmeli, birilerinin iştahını kabartmalıyız. Eve yeni bir eşya mobilya mı aldık?

Önce konu komşuyu kıskandırmalı huzurlarını kaçırmalıyız.

Eskiler hatırlar, ekranların neşeli ve sempatik yüzü meşhur bir gazeteci vardı.

Bu gazetecinin kolunda genelde turuncu renkli bir kol saati dururdu.

Saat rengi hasebiyle zaten göze direk hitap ederken, ünlü gazeteci her haber programını sunuşunda ani reflekslerle elini kolunu sallar, saatini izleyicilere daha çok göstermeye çalışırdı. Hali pür melal'imiz de ne yazık ki böyle.

Aidiyetlerinin bize ait olduğu bilinen eşyaları malzemeleri bile daha göstermeye çalışıyor gösterdikçe bundan mutluluk duyduğumuzu zannediyoruz ancak kendi kendimizi daha çok değersizleştirdiğimizin farkında bile değiliz.

Riya, gösteriş ve taklitçiliğe meyilli olan insanoğluna sosyal medya da çanak tutunca ipin ucunu kaçırır olduk.

Hırs ve gururun ihata ettiği benliklerimiz ile sanal klavye mücahitliğinde Müslümanlığımızı geliştiriyor, ait olmadığımız karakterlerin efeliğine soyunabiliyoruz. Zevklerde boğulmuş ruhlarımızla fiziksel manevralar yapıyor, zaman zaman "ACI" ve "ACILARIN"  tarifini yapmaktan da geri durmuyoruz. Mesela gün olur hüzünlü tesirli bir söz ile savaş mağduru çocukları, Gazze’yi Suriye’yi paylaşıyorken diğer gün de tatil yaptığımız beldeyi.

Yani gariptir ki dün paylaşım grubumuzu Gazze ve Suriye için üzülmeye ağlamaya davet ederken bugün de "Hey Takipçilerim..! Bakın bugün ben bu beldede tatil yapıyor, bu sahilde geziyor, bu lokantada yemek yiyorum. Ya siz! Siz de böyle yerlere gidip böylesi yiyip içebiliyor musunuz ?" da diyebiliyoruz...

Sosyal arena bizleri öyle bir sosyalleştirdi ki artık; aklımız sosyal, bilgimiz sosyal, duygularımız sosyal, irademiz sosyal, vicdanımız sosyal dahası karakterimiz bile sosyal olmuş. Bu da bizleri söylem tellallığında icraat yetimi bireyler haline getirmiş durumda.

Düşünün ki; resimsiz kamerasız günlük yaşantımızda elimizle, dilimizle bazen de küçücük bir dokunuşla düzeltebileceğimiz giderebileceğimiz haksızlık hukuksuzluklara müdahale iradesi gösteremiyor, etrafımızda dönen her türlü dolap ve fırıldakları ayan beyan biliyor, Allah korkusu ile adil davranmak yerine, o dolaplar dönmezse hayatımız zorlaşır diye zulme seyirci kalıyor iken sosyal medya üzerinden sosyal irademiz ve sosyal vicdanımız ile herkese hak ve hakkaniyet nutukları atabiliyor, paylaştığımız ayet hadis veya güzel sözlerin arkasına sığınarak umursamazlık ve vurdumduymazlığımızın üstünü örtmeye çalışıyor, barışık olmadığımız yönlerimize farklı karakterler tasarlamaya çalışabiliyoruz. Sanal alemlerin fırtınalarına kapılırken kendimiz olmak kendimiz görünmekten ziyade sanal kolektif kimliğin gereği olan ışıltıları yansıtmaya, başkalarının bizde görmek istediği gibi paylaşımlar yapmaya çalışıyoruz.

Anne babasına bir bardak su vermeye üşenir hale gelen gençlik Anneler günü olunca  "Cennet Annelerin Ayakları altındadır" hadisini paylaşmak için birbiriyle yarışır halde olduğunu esefle görebiliyor, Aynı binada kaldığı komşularını tanımayanların bile ramazan ayında "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir" hadisini paylaştıklarına şahit olabiliyoruz.

 Tıpkı eskiden okul kantinlerinde satılan allı pullu kalemler haline geldik, dışarıdan bakılınca kusursuz ama kalemtıraşa vurunca içi kırıklarla dolu kalemler. Huzursuzluk denizinde güneşlenirken parmaklarımız arasındaki cigaradan, nargileden etrafa efkâr dağıtıyoruz ama kıskandırmak ve gücendirmek için mutlu görünmeye çalışıyor kameralara istemsiz gülücükler saçıyoruz.

Herkesin bir arayış sergileyiş ve gösteriş içinde olduğu bu sahranın Facebook'unda vakit öldürürken anne babalar, tiktoklarda geziniyor tertemiz gençler ve çocuklar. Politikacısı ideolojik düşüncesine platform kurarken, Akademisyeni durmadan Tweet atar.

Bir ağacın gölgesinde oturacak, bir çiçeği okşayacak, bir çocukla gülümseyecek, sıcak bir tebessüm dağıtacak insanlar değiliz artık. Çünkü heppimizin cebinde akıllı telefonlar ile sınırsız internet bağlantıları var.

Ağlarla bağlantı kurdukça bağlantıyı kestik anayla babayla. Görüntülü aramalar kesti muhabbeti akrabayla dostla.

Büyük "Takipçi" kitlemiz ile hayal dünyasında gezerken gerçek yaşamı ıskalıyor, göremiyoruz doğal güzellikleri, has sevgileri, dostça muhabbetleri. Sağduyumuzu yitirdik körelen duygularımızla.

İçine düştüğümüz bataklık derin. Çıkmaya çalışmak yerine ağır ağır batmaya ikna olmuşuz. Hem de sanal hislerimizle.

YAZARIN DİĞER YAZILARI